BUGÜN ÇÖPTE EKMEK YOKTU
Yürek yakan hikâyeler vardır. Okurken veya dinlerken içiniz burkulur, gözleriniz dolar, bazen aklınız bile karışır. Duygularınız allak bullak olur. Hele bu hikâye bir de yaşanmışsa... Hele hikâyenin bir yerlerinde konuk oyuncu gibi bile olsa, siz de bulunmuşsanız...
Hayatın yaşanmaya değer, tadı çıkarılası anlamları temmuz güneşi görmüş beyaz kar gibi eriyip yok olur hafsalanızda. Kar eriyince ortaya çıkan gerçeğin kara toprak olduğu gibi, hayat dolu yüreklerin kar gibi beyaz, umut dolu duyguları eriyip yok olunca, dağ gibi gerçekliğiyle önümüze dikilir ölüm, kara toprak gibi.
Arkadaşlar bir dosya koyuyorlar önüme, acil olduğunu söylüyorlar. Gönüllülerimizden Fatma Özkan getirmiş. Dosyayı açıyorum, gönüllümüz Fatma Hanımın herhalde dikkat çeksin, çabuk değerlendirilsin diye iri harflerle yazdığı bir mektup gerçekten de çekiyor dikkatimi. Bir solukta okuyorum. Hayatın ne kadar göbeğinde yaşadığımızı, uzun zamandır kenar ziyaretlerini ihmal ettiğimi düşünüyorum.
Bu mektupta anlatılan manzara, kenar değil, hani kenarında kırılan incecik bir ucu vardır ya... İşte tam kırılan o ince noktada yaşanan, hayatın ortalarına sitemden başka gönderecek hiçbir sermayesi olmayan bir hayat. “ Tek gözlü bir gecekondu.Yatacak yatak, örtecek yorgan bile yok. Felçli kocasına ekmeği suya batırarak yedirmeye çalışan çile dolu bir kadın.”
Mektubun bu kadarı yetiyor beni ajite etmeye. Karar veriyorum bu akşam bu aileye kendim gideceğim.
Gönüllümüz Fatma Özkan’ın eşi Ramazan Bey’le görüşüp akşam ailenin evinde buluşmaya karar veriyoruz.
Eve geliyorum, yemeğimi yiyorum güzelce, karnım doyuyor. Yanıma eşimi de alıyorum. Beraber yaşadığımız hayatın, bizden uzak köşelerinde yaşanan dramları beraber görelim diye. Tecrübemle sabittir, beraber yaşanan duygular acı da olsa birliği güçlendiriyor.
Gebze’ye doğru yola çıkıyoruz, yaklaşınca gönüllümüz Ramazan Bey’i arıyorum. Ben adresi nasıl bulacağımı soruyorum. O ise bana şu anda malum adreste olduğunu, üzücü bir durumla karşılaştıklarını, polis karakolunda buluşabileceğimizi söylüyor. Aklıma bir sürü soru geliyor. Mektuptaki manzaranın düzmece olduğunu, hatta işin içinde polisiye olayların da bulunduğunu düşünüyorum. Düzmece hikâyelere alışık olduğumuz için, böyle bir dramın yaşanmamış olma ihtimali sevindiriyor beni. Ama bu sevincim çok sürmüyor.
Ramazan Bey’le buluştuğumuz da öğreniyoruz acı gerçeği. Polis karakolunu sadece buluşmak kolay olsun diye, buluşma adresi olarak vermiş.
Hayatın incecik, en kenar noktasına bile tutunamamış İsmet Bey bugün vefat etmiş.
Ramazan Bey’i takip ediyoruz. Cenaze evine yaklaştıkça mekân itibariyle de hayatın kenarlarına doğru yaklaştığınızı anlıyorsunuz. Yollar darlaşıyor, çukurlaşıyor,evlerin katları küçülüyor, boyaları, hatta sıvaları kayboluyor. Cidden hayatın zor yaşandığı uçlara yaklaştığınızı hissediyorsunuz.
İsmet Bey’in evindeyiz. Mektupta anlatılan ev; hemen girişte tek göz bir oda, bir çamaşır makinası, bir televizyon, bir soba. Televizyon bozuk, soba kırık dökük. Evde sağlıklı kullanılabilecek sadece çamaşır makinası var, onu da geçen sene fitre paralarıyla aldığını söylüyor gözü yaşlı Aliye Hanım.
İsmet Bey şu anda camide, morgda yani. Yarın merasimle uğurlanacak ebedi mekânına.
Geride üç çocuk, bir eş. Çocukların üçü de erkek. Nurettin, 20 yaşında şu anda asker. Murat, 16 yaşında haftalık 25 milyona yeni iş bulmuş. Ersin, 15 yaşında evde yoktu, mendil satmaya gitmiş hayatın ucuna tutunmak için. Nurettin’in ve Ersin’in babalarının öldüğünden halâ haberleri yok.
Yıllarca felçli kocasına ekmeği suya batırıp yedirmiş Aliye hanım. Çok az zamanlarda farklı yiyecekler bulabilmişler evlerinde. Çocuklar ev geçindirebilme sorumluluğunda henüz değiller. Komşu ve çevrenin sınırlı yardımlarıyla ayakta durmaya çalışıyorlar. “ Bir yardım kuruluışuna neden başvurmadınız diyorum.”
Yüreğinde acısı henüz çok taze Aliye hanımın. Boynunu büküyor, okuma yazması olmadığını, müracaat için yol yordam bilmediğini söylüyor mahçub üslubuyla. Bir yandan benim sorularıma cevap veriyor, bir yandan da ölen kocasına ağıtlar yakıyor. Hayatın yaşanmış satırlarından namelerdir ağıtlar. Bu nameler ateşin düştüğü yüreklerden çıkarsa, dinleyenlerin yüreklerine de kor düşer, gözler buğulanır. Çünkü ağıtlar yaşanmış dramatik hikâye cümleleridir aynı zamanda. Hikâyesi olamayan hayatlara ağıt da yakılması zordur.
Ailenin hikâyesindeki su ve ekmek getirmişti beni buralara kadar. Fakat takdirde suya bandırılmış kuru ekmeği, yatalak kocasının ağzına eliyle götüren bir kadın fotoğrafını görebilmek yokmuş. Ancak Aliye Hanım’ın ağıtlarında öyle bir cümle var ki, duyunca, Yardım kuruluşunun Ramazan Abisi gibi göz yaşlarımı koy vermemek için kendimi zor tuttum.
“ Bugün çöpte ekmek bulamadım, bugün kocama ekmek veremedim. Kocam kucağımda yarı aç öldü.”