DÜNDEN BUGÜNE BAĞDAT
Mezopotamya’nın medeniyetin merkezi olduğu bilinir. Bu medeniyetin başkenti ise Bağdattır. Bu günün aksine yazının var olduğu günlerden bu yana nice medeniyetin yükseliş ve yıkılışına tanıklık etmiş bir kenttir.
Kaynak : Mustafa Karahan Bakar
750 yılında Abbâsîlerin, Emevî yönetimine karşı ayaklanarak halifeliği ve iktidarı ele geçirmesiyle Abbâsî devleti kurulmuş olur. Fas’tan Hindistan’a, Kafkaslardan Yemen’e ulaşan devasa sınırlara sahip Abbâsîler yaklaşık 500 sene hüküm sürer. İlk Abbâsî halifesi Ebu’l-Abbas Seffah’ın 754 yılında ölmesiyle kardeşi El-Mansur tahta geçer. Halife El-Mansur, Emevilere başkentlik yapan ve Akdeniz’e olan yakınlığı nedeniyle korumasız olarak gördüğü Şam yerine, imparatorluğunun simgesi olacak bir başkent kurmayı hayal eder. Yeni başkent için arayışlara başlayan Halife, uygun bir yer bulmak ümidiyle Dicle Nehri’ni bir aşağı bir yukarı dolaşırken bölgenin yerlilerinden Nasturi keşişleri ile karşılaşır ve onların önerisiyle günümüz Bağdat’ının yerinde karar kılar. Küçük köylerin olduğu, ara sıra panayırların kurulduğu, Mezopotamya’nın verimli topraklarında, Dicle’nin hemen kıyısında, Fırat’a ise çok yakın bir konumda bir yer seçen Halife El-Mansur, inşa edeceği şehir için çalışmalara koyulur.
Bizzat kendisinin başını çektiği dört mimardan oluşan bir ekiple şehrin planını çizmeye başlarlar. Şehir, merkezinin her taraftan eşit uzaklıkta olacağı tam daire üzerine kurgulanacaktır. Böylece diğer şehirlere göre kontrolünün ve korunmasının daha kolay olacağı düşünülür. El-Mansur’un bu kararına, Geometrinin kurucusu sayılan Öklid’e hayranlığının etkisi de iddia edilir. Nihayet, Halifenin üzerinde titizlikle çalıştığı plan günyüzüne çıkmıştır. Aşağıda o planın 1800’lü yıllarda yapılan bir illüstrasyonunu görebilirsiniz.
İç içe üç daireden oluşan şehirde; birbirini dik kesen ve şehri dört eşit parçaya bölen iki ana cadde vardır. Caddelerin başlarına ise simgesel 4 kapı yerleştirilmiştir: Güneybatıda Küfe kapısı, güneydoğuda Basra kapısı, kuzeybatıda Suriye kapısı ve kuzeydoğuda Horasan kapısı. Çapı 2 km olarak düşünülen şehirde, en dış çephere 30 metre yüksekliğinde ve 44 metre genişliğinde surlar yapılması planlanır. Ayrıca bu surun dışında savunma amaçlı geniş bir hendek kazılması da düşünülür. Şehri boydan boya kesen ana caddeler üzerine çeşitli dükkanlar ve çarşılar kurulması planlanır. Şehirde ekonominin ve sosyal hayatın kalbi burasıdır. Ayrıca bu dört ana caddeyle kesişen sokaklarla şehirdeki diğer yerleşim alanlarına erişim imkanı sağlanır. Devasa bir kaleyi andıran şehrin merkezine büyük bir camii, onun hemen yanına da Halifenin sarayı yerleştirilmiştir. Halifenin sarayının çevresine, yani plandaki en küçük daireye ise hanedanlığın diğer üyeleri için köşkler ve çeşitli askeri ve idari binalar yerleştirilir.
Bu planın inşaası için, imparatorluğun her köşesinden binlerce mimar, mühendis, marangoz, demirci, inşaat ustası ve düz işçi ile inşaatta kullanılacak tonlarca ağırlıkta hammadde Bağdat’a getirilir. Öyle ki, Bağdat’ın inşaasında toplamda 100.000 kişinin çalıştığı ve 500.000’den fazla tuğlanın kullanıldığı bildirilir. Bu kadar malzemenin lojistiğinde Dicle’nin fonksiyonu ise haliyle yadsınamaz derecede mühimdir. Müneccimler şehrin kuruluşu için en uğurlu gün olarak 30 Temmuz 762’yi önerir ve önerilen günde Halife El-Mansur sembolik ilk tuğlayı koyar ve şehrin inşaası başlar. 755 yılında planı tamamlanan, 762 yılında inşaatı başlayan El-Mansur’un ‘daire şehri’ 766 yılında tamamlanır. Bu koca imparatorluğa başkentlik yapacak şehir tamamlanmış ve sıra şehre bir isim konulmasına gelmiştir ve bu isim sanılanın aksine Bağdat değildir. Evet, panayırların kurulduğu küçük küçük yerleşimlerin olduğu bu yere, yerliler ‘Tanrın’nın armağanı’ anlamına gelen, Hamurabi kanunlarında geçen Bağdat demektedir. Ancak Halife El-Mansur kurduğu bu yeni şehre, bölgenin eski adı olan Bağdat’ı değil, Kuran’da ‘cennet’ mânasında kullanılan ‘dârüsselâm’ kelimesinden esinlenerek Medînetüsselâm adını verdi, yani ‘huzur (barış) şehri’. İronik değil mi?
Zaman içerisinde imparatorlukla beraber başkent Medînetüsselâm, bilinen adıyla Bağdat ekonomik, bilimsel ve kültürel olarak gelişir. Şehir bölgenin en önemli çekim merkezi olurken dünyanın farklı yerlerinden tüccarların, bilim insanlarının, sanatçıların uğrak yeri haline gelir. Dönemin Bağdat’ında her türlü ticaret ve zanaat kolu için müstakil pazar yerleri, çarşılar ve çok çeşitli medrese, ibadet yeri, kütüphane ve hamamlar bulunmaktaydı. İçinden geçen Dicle ve onun kanallarında yüzlerce tekneyle mal taşınan ve bu kanallara kurulu köprüleriyle şehir adeta yaşayan bir organizmaydı. Ayrıca şehirde, her türlü etnik ve dini grup için dini ve sosyal mekanlar tasarlandığı bildirilmektedir. Örneğin, şehirde 40 bin Yahudinin yaşadığı ve Yahudilere ait on okulun olduğu aktarılır. Abbâsî halifesi Harun Reşid’in kurdurttuğu kütüphane, antik çağdaki İskenderiye kütüphanesinden sonra kurulan en büyük kütüphane olarak öne çıkarken ilerleyen yıllarda kurulan dünyadaki en eski üniversitelerden biri olan el-Mustansiriye de dikkat çeken diğer bir gelişme olmuştur. Yine bir diğer önemli gelişme de içinde Hint felsefesinin, Ortadoğu ve Yunan felsefesiyle buluşturulduğu Bilgelik Evi’nin kuruluşudur. Bu üç dildeki eserlerin tercümeleri bu ‘Ev’de yapılmış ve buradan Endülüs İspanya’sına oradan da Avrupa’ya ulaştırılmıştır. Ayrıca bu dönemde kurulan medreseleri, Martin Luther’in Avrupa’daki Ortaçağ üniversitelerinin öncülü olarak gördüğü iddia edilmektedir.
Zaman içerisinde önce çeşitli taht kavgalarına ev sahipliği yapar Bağdat, sonra ise önce Moğol İmparatoru Hülagü’nün ve sonrasında Timur’un işgaline uğrar. Özellikle Hülagü’nün şehri işgali sırasında şehir tarihinin en büyük yıkımını yaşar. Hülagü, Bağdat’ı Sünni İslamın merkezi olarak gördüğü için şehre girmesi ile halkın büyük çoğunluğunu katleder, kütüphaneleri yıkar, kitapları parçalatır, ibadethaneleri yerle bir eder. Öyle ki, kan ve ceset kokusundan dolayı Hülagü şehirde fazla kalamaz ve kısa sürede terkeder. Hülagü sonrasında ise Dicle’nin atılan kitapların mürekkebiyle uzunca bir süre siyah aktığı rivayet edilir. Şehir bu işgaller sırasında büyük zarar görür ve eski yapılar büyük ölçüde tahribe uğradığından zaman içerisinde yıkılır. Kanuni döneminde Osmanlılar’a geçen Bağdat’ta eski şehrin son kalıntıları olan surlar, 1870’lerde bölgede farklı sosyal ve idari binalar inşa ettirmek isteyen dönemin reformist valisi Mithat Paşa tarafından yıktırılır. El-Mansur’un kurduğu ve adını ‘huzur (barış) şehri’ koyduğu, medeniyetimizin en önemli mihenk taşlarından biri olan bu görkemli şehir artık kan ve gözyaşı ile anılıyor.
Aşağıdaki görselde ise şehrin mimarı ünlü halifenin 2005 yılında gerçekleşene bir bombardımanda parçalanan heykelinin başı görünmektedir.
Kaynak : Mustafa Karahan Bakar